
Kompozisyon yazardık okulda. Hatırlayanlar burda mı? Giriş, gelişme, sonuç bölümlerini oturtmak için az tırmalamazdım. Giriş ve gelişme neyse de sonuç bölümü yorardı; konuyu bağlamak, kapanışı yapmak, o son cümleleri yazmak epey zor gelirdi.
Güzel konuşma ve yazma dersi vardı sonra. Dersin kendi özel defterine, dikkatle/özenle yazmaktan bileğimin ağrıdığını, sağ orta parmağımın kaleme dayanan kısmının nasırlaştığını hatırlarım. O nasırdan bir iz, hepimizin parmaklarında bir hatıradır kesin şimdi.
Bu, o köy enstitüsü günlerinden kalma doğru bir eğitim yöntemiydi aslında. Çocuğu, düşünmeye, kendini ifade etmeye, üretmeye sevk eden bir aklın ürünüydü bana göre. O zamanları yaşayanların çok şanslı olduklarını düşünürüm. Keşke, köy enstitüleri kapatılmasaydı da “her ile bir üniversite” açılmasaydı; daha iyi olurdu sanki.
Köy enstitülerinin köye getirdiği hareketlilik içinde, köyün üretimi artıp kendi kendine yetmeye yönelince, yeni kişilik kazanan köy insanı egemen güçlere daha az boyun eğecek bir yapıya doğru ilerliyordu.
Çünkü köy enstitüleri, köyün bütün ihtiyaçlarına cevap vermeye yöneldi. Bu arada ebe ve sağlık memuru yetiştirmeye bile başladı. Böylece köyler, kendi kendine yeten, yaptığı üretimle kente muhtaç olmayan birimler olmaya yöneldi.
İşte bu yöneliş, siyasi iktidarın istemlerine aykırı düşüyordu.
Harun Karadeniz. Emekçinin Kitaplığı. İstanbul: Belge, 1995.
Her ne kadar, herkes gibi bu dijital dünyanın içinde yeterince dejenere olup kağıttan kalemden uzak kaldıysam da bu aralar eskiye dönüş için çaba gösteriyorum. İşe, Tomoe River kağıttan bir defter ve Kaweco marka dolma kalem edinerek başladım bile. Artık, daha çok karalıyorum; analog sanatını yeniden hatırlıyorum.
Colin Scott’ın “Altın İmza”sı, daha şişeyi açmadan beni “analog” geçmişime ve eğitimin/siyasetin yakın tarihine götürdü böyle.
Yeni yılın bu ilk şişesini açtıktan sonra ise işler biraz değişti. Sıcacık bir akşamüstü, Orta Anadolu’nun bozkırında, çeşitli taze yeşil otları koklaya koklaya gezinir gibi hissettim. Bir türkü, bu viskinin en güzel eşlikçisi olabilir diye düşünürken, birden Çekiç Ali’nin “Zeyneb’e Ağıt”ını anımsadım; gurbete gidip orada hastalanıp ölen Zeynep kızın ağıdını:
“Şad olup gülmüyor kalbi yaslıdır
Karlı dağlar gibi başı pusludur
Ela gözler nemli kiprik ıslıdır
Düşmüş Alman’a yolumuz Zeynebim”
Bir viskinin kokusunda/yudumunda bile gelip yakalıyor işte insanı ayrılık/ölüm. Burak yanımda yakarken de bu ağıdı, bu viskiyi içiyor olsaymışım keşke. Hikayeler birbirini tamamlardı o zaman.
Colin Scott ve/veya Chivas Regal, bu zengin ve ipeksi ekpresyona “Altın İmza” adını verirlerken ne düşündüler bilmiyorum ama Chivas Regal 18 Gold Signature, benim için biraz mazi biraz hüzün biraz Anadolu. Öyle!