Mektuplu aşklar vardı; sayfaların, mürekkebin sevgilinin vücudu olduğu, kokusu olduğu mektuplu aşklar hani… Okudukça, dudağını sevgilinin, kendi dudağının kenarında hissettiğin; elini elinde, gözlerini gözlerinde hissettiğin o büyük/kıymetli aşklar… Nasıl da bittiler şimdi.
Annemle babamın mektupları elimde. Aşkın en hası yaşanmış, özlemin kralı çekilmiş, hasretlik burunda tütmüş, o kadar belli ki. Kavga da etmişler, küsmüşler de. Ama hep özen, incelik, sevgi/saygı akmış kalemlerden. Ne ararsan oradaymış; hayat sanki film şeridiymiş gibi sanki. Sayfalar mısralarla, gazellerle, alıntılarla dolmuş taşmış. Suya yazı yazmamışlar, sanal boşluklarda gezinmemişler. Aksine, kokuları kalmış orada, duyguları kalmış, hikayeleri kalmış. Yıllar sonra bile tanığım hepsine. Nazım’ın Piraye’ye yazdıklarına tanık olduğum gibi. Ne çok şey borçluyuz aslında, bu mektuplu aşklar zamanına.
Derken, bir mürekkep çıkarmışlar: Mont Blanc James A. Purdey & Sons Single Malt. O günlere atıf gibi adeta. Viski viski kokuyor. Belki, geri dönüp bir mektup postalayamam sevdiğime viski kokulu mürekkebimle ama, buraya benden ona bir hediye şiir bırakabilirim ben de:
Kayırsa bizi hayat biraz, hiç ayırmasa, tutuştursa dursa, yaksa kavursa aşktan. Uzak tutsa bizi hayat, mesela tuzaklardan, örtse üstünü acıysa, sonu yalnızlıksa. Uçursa bizi hayat, beyaz bir güvercin kanatlarında, zincirlerinden geçmişin, o mutlu özgür geleceğe bıraksa. Korusa bizi hayat, karanlıklardan, kötülüklerden, aydınlatsa önümüzü, huzurla doldursa içimizi. Alsa götürse bizi hayat, buradan sonsuz bir sevdaya. Tutkunuyuz biz bu sevdanın, iliklerimizde hissediyoruz her zerresini.