Boğazı, köprüsüz haliyle severim ben. Köprüleri ya da başka çoğu yapıyı, memleketin çiçeğine, böceğine; insanın gözüne, estetiğine bir ihanetmiş sayarım. Boğazı ziyaretlerimde de, köprünün, o insanın üzerine zifiri karanlık gibi çöken soğuk gölgesine, buram buram israf kokan ışıl ışıl beton kütlesine, gece gündüz bitmeyen yorucu hareketliliğine ve güzelim isminin yerine getirilen yeni ismine sırtımı dönerek selamlarım boğazı hep bu yüzden. Bunu, tarihe, doğaya, onca yaşanmışlığa bir saygı duruşu olarak görürüm.
Her 31 Ağustos’ta Beylerbeyi Villa Bosphorus’ta boğazla buluşuruz yeniden. Gün batımına doğru gelir, denize sıfır bir masaya konuşlanır, gece yarısına kadar demleniriz. Yazın son gününü uğurlarız birlikte. Biz yaş alır yaşlanırız ama boğaz, rakı, keyif, aşk hepsi aynı kalır, biliriz. Sanki bu topraklara yağma, talan, kötülük, yalan hiç uğramamış gibi yaşarız birkaç saat. Zamanı durdurmuş hissederiz.
Kadehimi, yine bize ve yakın geçmişte hunharca bozguna uğramış şehrine inat, denizinde kaynayan koyu suları hiç değişmeyen boğazına kaldırıyorum İstanbul’un. Şerefe!
Bu su ortak, bu gökyüzü... Bu yeşil hepimiz için, bu mavi, bu güneş. Biz aynıyız, unutma, beşeri tesadüflerimiz farklı sadece, aynı geleceğimiz. Ve nihayetinde bir doğa sahip olduğumuz.
Eşlikçim, favori rakım “yeşil” Efe.